Ben Hasan'ın Pankreasıyım

Hasan! Herhalde bugün beni de tanıdıktan sonra, karın ve göğüs boşluğundaki organlar olarak hepimiz kendimizi sana anlatmış olacağız. Benim diğer organlar gibi göze çok batan bir büyüklüğüm yok; hattâ çoğu zaman fark edilmeyebilirim bile. Karaciğer, kalb ve akciğerlerin yanında belli bile olmam. Ama sakın benim bu mütevazı, sakin ve sessiz duruşuma bakıp da beni küçük görmeye kalkma!. Korkunç gürültülerle tulumba gibi çalışan kalbinin ve lokomotif kazanı gibi ses çıkaran akciğerlerinin o körük seslerine bakıp da, onların benden üstün olduğuna hükmetme! Çünkü bizim hiçbirimizin diğerine üstünlüğü yoktur. Herkes kendi vazifesini yaparak Rabbimize şükretmekle meşguldür. Birimiz olmasa diğerlerimiz de işe yaramaz. Ben; çok küçük, mide ile bağırsak arasında sıkışmış, pembe renkli yağlı bir doku parçası gibi gözükebilirim, ama çok hayatî vazifelerim vardır. Boyumdan ve görünüşümden beklemeyeceğin kadar çok hayatî vazifeye uygun yaratılmışım ve bu işleri aksatmadan yürütmeye çalışıyorum.

Midenin alt tarafında onikiparmak bağırsağı ile mide arasındaki bağırsak mezenterleriyle (askısıyla) bağlanmış hâlde bulunuyorum ve bir kanalla da ürettiklerimi belli bir program çerçevesinde bağırsak boşluğuna salgılıyorum. Benim hem yapı, hem de çalışma bakımından farklı iki kimliğim vardır. Vücutta benim gibi çalışan başka bir organ yoktur. Hem iç salgı bezi, hem de dış salgı bezi olarak birbirinden çok farklı iki vazife yaparım. Tabiî ki, bu vazifeleri yapmak için çok özel yaratılmış, hassas bir yapıya ve hassas kimyevî özelliklere sahip olmam gerekir. Aslında bu evrim teorisini aşırı bir şekilde abartıp sanki herşeyin tesadüfen, kendi kendine ortaya çıktığı veya tabiatın yaratması gibi görenlere çok hayret ediyorum. Benim küçücük vücudumdaki anatomik ve histolojik hususiyetlerdeki inceliklere ve ne kadar müthiş bir ilimle yaratıldığımı bir görebilseler, secdeye kapanmaları gerekirdi, ama heyhat!!! Bakıyorlar, ama göremiyorlar. Işık mikroskopları, elektron mikroskopları ve biyokimyevî maddeleri kullanarak, yüzlerce lâboratuarda yıllardır beni incelemekte yarışıyorlar, sonra da birtakım insanlar beni yaratanı inkâr edebiliyorlar.

Benim vazifelerimden birisi sindirim fizyolojisi ile ilgili olup, midenden onikiparmak bağırsağına gelen gıdaların sindirimi için, üzerlerine özel olarak ürettiğim dört çeşit sindirim enzimini dökerek bu gıdaları parçalamaktır. Ürettiğim tripsinogen, kimotripsinogen, amilaz ve lipaz gibi sindirim enzimlerim wirsung veya pankreas kanalı ve santorini kanalı ismi verilen küçük borucuk ile onikiparmak bağırsağına taşınır. Bu enzimlerden ilk ikisini proteinleri, üçüncüsünü karbonhidratları, sonuncusunu da yağları sindirmekte kullanırsın ama haberin bile olmaz. Yediğin gıdalar midenden incebağırsağa geçince benim enzimlerimin akım hızı da artar, yani israf etmem, ne kadar yiyecek gelirse o kadar enzim salarım. Bu işin çok hassas yapılması gerekir, yoksa hem enzimler israf olur, hem de bağırsak içinde kendi duvarlarının sindirilmesi gibi kötü olaylar başlayabilir. Gıdaların gelişine göre enzim salınmasının kontrolü benim de elimde değildir. Bu işin kontrolü beyinden çıkan vagus siniri vasıtasıyla bağırsak duvarında (mukosasında) özel olarak yaptırılan sekretin ve pankreozimin adlı hormonlar tarafından yürütülür. Gıdalar mideden onikiparmak bağırsağına geçtiğinde sekretin ve pankreozimin kana karışmaya başlar. Bu hormonlar kan dolaşımıyla bana ulaşınca, hücrelerim uyarılarak bol miktarda su, bikarbonat ve saydığım sindirim enzimlerim üretilip salgılanır ve kanalım vasıtasıyla bağırsağa akar.

Sindirim enzimlerim, üzüm salkımına benzer görünümdeki asinüs hücrelerinde yapılır. Bu hücrelerin faaliyeti ile yaptığım üretime "dış salgı bezi, kanallı bez veya ekzokrin pankreas" gibi isimler veriyorsunuz. Bu üretim, tıpkı tükürük bezlerinizde tükürük üretilmesi ve kanalla ağza akıtılması gibi bir salgılama faaliyetidir.

Benim ikinci işim "iç salgı bezi, kanalsız bez veya endokrin pankreas" olarak çalıştırıldığım, insulin ve glukagon hormonlarının üretilmesidir. Asinüs hücre topluluklarının arasına yayılmış olan Langerhans adacıkları olarak da bilinen hücre gruplarım, kendi içinde alfa, beta gibi tiplere ayrılır. Özel beta hücrelerimin salgıladığı insulin hormonuna, kanındaki şeker (glikoz) seviyesi ayarlattırılır. İnsulinin yaptığı iş, kandaki şekeri alıp kullanmaları için vücut hücrelerini uyarmaktır.

Yemek yedikten sonra sindirilen karbonhidratlar glikoz moleküllerine parçalanıp kanına geçtiği için kanında şeker seviyesi yükselir. Vücudunun sıhhatli çalışması için kanındaki glikozun 100 mg/ml civarında (80-120 arasında değişebilir) olması gerekir. Şeker seviyesi bu miktarın üzerine çıktığında, insulin salgılarım. Böylece şekerin hücrelere taşınıp yakılarak sana enerji vermesini temin ederken, aynı zamanda kandaki yükselişini de durdururum, şeker azaldığında ise insulin salgısını da durdururum. İnsulin ayrıca yağ dokularında şekerin depolanmasını ve yağ asitlerine dönüştürülmesini kolaylaştırır ve yağ asitlerinin yıkımını da yavaşlatır. Sadece bu kadarla kalmaz: Aminoasitlerin kas dokusunda tutularak protein yapımının hızlanması, karaciğerde glikozun depolanarak glikojene dönüştürülmesi de insulinin yardımıyla olur.

Beta hücrelerimde ortaya çıkan bir arıza genellikle geriye dönüşü olmayan kötü bir sonuç doğurur ki, bu da insulin salgılanmasında yetersiz kalınmasıdır. Neticede "diabetus mellitus" veya şeker hastalığı dediğiniz tablo ortaya çıkar. Halk arasında "öldürmez ama süründürür" veya "zengin hastalığı" denilse de çok sıkıntılı bir durumdur. Dünya nimetleri olan birçok yiyecek ve içecekten seni mahrum bırakırım, yediğin içtiğin herşeyde hassas ölçülü olmak zorunda kalırsın. Perhizle idare edilemiyecek durumlarda da her gün insulin iğnesi enjekte etmek durumunda kalabilirsin. Dokularının, sinirlerinin ve kan damarlarının bozulmasına sebep olması nedeniyle birçok komplikasyonlar ortaya çıkarabilir. Konuyu çok dağıtmamak için şeker hastalığının tiplerine girmeyeceğim. Sadece şunu vurgulamak için bu konuya girdim: Hasan! Ne kadar âciz olduğunu anla! Gözle göremediğin küçücük bir hücre topluluğunun ürettiği bir madde, bütün vücudunun işleyiş mekanizmasını bozabiliyor, yediklerinin lezzetini kaçırıyor ve hayatı sana zindan edebiliyor. Herhalde artık yemek yedikten sonra elini karnının sol tarafına ve midenin altına koyup, beni yaratan ve senin hizmetine veren Rabbimize içten şükür edersin.

Benim alfa hücrelerimden salgıladığım glükagon hormonu ise, yukarıda vazifelerini saydığım insulinin tam tersine, hücrelerde depolanan şekerin serbest kalmasına yol açar. Kanında şeker azaldığında (açlık, çok çalışma vs sebebiyle) karaciğerde glikojenin glikozlara parçalanmasını sağlayıp, kandaki şeker seviyesini yükseltir, yani insulinin tam aksine bir tesir oluşumunu sağlarım. Böbreküstü bezinin salgısı olan adrenalin de glikojenin parçalanarak glikoz hâlinde kana verilmesini sağladığından birbiriyle entegre bir sistem hâlinde çalışırlar. Glukagon, ayrıca glikojen sentezini yavaşlatır, proteinlerin parçalanmasını ve yağ metabolizmasını da hızlandırır.

Buraya kadar anlattıklarımdan herhalde anlamışsındır; insulin ve glukagon otomatik olarak birbirini kontrol eden bir sistem şeklinde çalışan bir biyolojik geri-besleme (biyofeed-back) mekanizmasıdır. Bu sistemi yıllarca çalışma sonunda lâboratuarlarda ancak anlayabilmişken, şimdi bunun kendi kendine oluştuğunu iddia edebilir misin, Hasan?

Her organda olduğu gibi benim de çok çeşitli hastalıklarım olabilir. Bunlar içinde en çok rastlanılanları; akut ve kronik iltihaplarım, ur ve kistlerimdir. Bilhassa alkol alanlarda çok kolay iltihaplanırım, enzim salgılarım iyi yapılamadığı için de, gıdalar sindirilemeyeceği için dışkı yağlı çıkmaya başlar ve içinde sindirilmemiş proteinli lifler bulunur. Yemeklerden sonra sindirim yetersizliğine bağlı bağırsak problemleri ortaya çıkabilir. Herhangi bir kronik iltihap veya urdan dolayı iyice iş göremez hâle gelir de vücuttan çıkarılmam gerekirse, hayatının devamı için hergün düzenli olarak dışarıdan insulin ve pankreaslardan elde edilmiş öz sıvı verilmesi gerekir.

Benim kanserlerimin bir özelliği çok hızlı ilerlemesidir, metastaz yaptıktan sonra maalesef tıp adına yapacak birşey kalmaz. İşin kötüsü metastaz yapıncaya kadar ben de pek kanser olduğumu belli etmem, elimden geldiğince vazifelerimi aksatmadan yapmaya devam ederim, tabiî bu durum aleyhine olur. Ben vazifelerimi aksatmaya başlayıp iş yapamaz hâle gelince farkına varırsın, ama genellikle de kanser metastaz yapmış olduğundan geç kalınmış olunur. Kesin olarak ispatlanmamışsa da benim bildiğim birçok pankreas kanseri olan insan çok sigara içen kişilerdi. Doğrusunu bizi Yaratan bilir ama, şahsen ben bu pis sigaradan hiç hoşlanmıyor ve şüpheleniyorum. Gerçi diyeceksin ki sigara doğrudan akciğerlere tesir eder, seninle alâkası ne? Vallahi, ben senin gibi düşünmüyorum! Diğer birçok arkadaşım da bu sigaradan şikâyetçiler. Bilhassa benim kanserimden olan son iki kişinin uzun yıllar çok sigara içmeleri bu şüphemi iyice artırdı. Böyle şüphe içinde yaşamaktansa, sigaradan uzak durmak daha iyi değil mi?

Şeker hastalığı ile ilgili olarak ortaya çıkan gelişmelerden en başta gelen yeni bir metot ümit vermekle beraber bazı problemler henüz aşılamadı. Yeni ölmüş ve dokuları mümkün olduğunca benzeyen bir insanın pankreasından alınacak beta hücrelerinin şeker hastası olan kişiye nakledilmesi kısmen başarılı olmuştur. Ancak doku reddi problemi her organda olduğu gibi bir problemdir. Yakın bir zamanda "İnsan Genom Projesi" biter de bütün bir vücuda ait genetik şifre tam olarak ortaya konulabilirse ve beta hücrelerimin aktivitesine ve insulin sentezine ait bütün kademelerin genetik şifredeki karşılıkları çözülebilirse şeker hastalığının da genetik mühendislik teknikleriyle tedavisi mümkün olabilir. Ama şu anda henüz bunlar düşünce plânında. İnşaallah bilim adamlarınız ihlas ve samimiyetle çalışırlarsa yakın bir gelecekte bütün bunlar hayal olmaktan çıkabilir, çünkü zaten esas olarak yapılanlar kudreti sonsuz Rabbimizin verdiği ilmi kullanarak, O'nun yarattığı sanat eserini anlamaya ve plânını çözmeye çalışmak. Bazı safderûnlar, genlere yaptıkları bu kadarlık bir müdaheleyi sanki birşey yaratmışlar havasında takdim ediyorlar. Ne kadar da yanılıyorlar. O'nun mülküne, O'nun verdiği ilim ve izafî gücüyle müdahele etmeyi büyük bir marifetmiş gibi takdim ediyorlar. Halbuki böyle yapacaklarına O'nun murad-ı ilâhisini anlamak için yaklaşsalar ve "insanlığa faydalı keşifler yapmak istiyoruz, ey Rabbimiz, bizim ufkumuzu aç!" diye yalvarıp, öyle çalışmaya başlasalar çok daha önce ve çok daha problemsiz keşifler yapabilirler.

Her neyse Hasan, yine hislendim ve kendimi kaptırdım. Ne yapayım, dayanamıyorum. Bilim adamlarının bu kadar materyalist bir tavır ve gurur içinde benim gibi bir sanat eserine saygısızca yaklaşmalarına katlanamıyorum. Ümidim sende ve senin neslinde Hasan'ım. Bu lâboratuarlarda sen ve senin arkadaşların beni incelemeli, Rabb’imin önünde eğilmeli ve O'na şükredecek hâle gelinceye kadar çok çalışmalısınız. Siz çalışın ve O'na güvenin, O size bizimle ilgili bütün sırları açacaktır. Yeter ki, siz fiilî, hâlî ve kavlî duaları birlikte yapın. Haydi hoşçakal Hasan!