Ben Hasan'ın Midesiyim!...

Sevgili Hasan; geçenlerde üzerimdeki komşum kalp, sana kendisini anlatırken (belki ona biraz kızmış olabilirsin) konuşmalarınıza kulak misafiri oldum ve kalbin hep iyiliğin için konuştuğunu anladım. Hem sıhhatin için nasihatler ediyor, hem de seni, kalbi sana hediye eden asıl sahibini hatırlatacak tefekkür ufuklarına yöneltiyordu. Doğrusu çok hoşuma gittiği için, ben de (mide) seninle biraz sohbet etmek istiyorum. Eğer dinlersen maddî-mânevî çok istifade edeceğini ümit ediyorum.

Gövdenin karın denilen büyük boşluğunun üst kısmında, göğüs boşluğunun altına yerleştirilmişim. Üst kattaki komşularım olan kalp ve akciğerler ile birbirimize zararımız dokunmasın diye Yaratıcımız aramıza perde çekmiş, onun için seslerini duyuyor fakat onları göremiyorum. Onlar benden daha hassas oldukları için ayrıca kemik kafes ile korunuyorlar. Ben de korumasız değilim tabiî ki. Rabbimiz hepimizi "en uygun şekilde" koruma altına almış. Üzerimde kemik bir çatı olsaydı, su içerken ve yemek yerken zorlanır ve ayrıca yediklerini depolayamayacağımdan, bütün gün azar azar fakat hiç durmadan yemek zorunda kalırdın. Ama karın boşluğu gibi duvarları çok esnek bir sahada bulunduğum için çok rahat bir şekilde, yiyip-içtiklerini sindirinceye kadar muhafaza edebiliyorum. Bu sayede sen sadece belirli öğünlerde yemekle meşgul olup, kalan vaktinde diğer işlerini yapabiliyorsun.

Çaydanlığa benzeyen genel görünüşüm ilk anda sana çok basitmiş gibi gelebilir. Bu yüzden bazı sığ görüşlüler benden bahsederken "torba şeklinde bir organ" diyerek önemsemez bir havaya giriyorlar. Ne kadar önemli olduğumu "mide ülseri" veya "mide kanseri" olanlara bir sor bakalım. Allah göstermesin ama bir bozuldum mu, dünyan zindan olur. İçtiğin bir yudum su, yediğin bir lokma ekmek bile zehir olur, dünyanın bütün lezzeti kaçar.

Basit torba gibi görülen duvarlarım dört katlı özel dokulardan yapılmıştır. En dışta koruyucu, sağlam bir bağ dokusu, bunun altında enine ve boyuna olarak iki doğrultuda dizilmiş kas tabakalarım, bunun altında yine gevşek bir bağ dokusu tabakasına gömülmüş bezler ve en içte de epitel dediğiniz ince bir astar tabakası yer almaktadır. Tabiî ki bu kalın duvarlarımın beslenmesi için kas tabakalarımın arasına yayılmış kan damarlarını ve bir ağ gibi her yanımı sarmış sinirleri unutmamak gerekir. Bilhassa sahip olduğum sinir ağı o kadar kompleks bir sistemdir ki, hayret edersiniz. Siz farkında olmadan sanki ikinci bir beyin gibi vücudunuzun her tarafından haberdar olan bir sinir sistemine sahibim. Ayağına diken batsa, küçük bir şeye üzülsen veya çok aşırı sevinip gülsen bundan etkilenirim. Bu sistem, bütün hareketlerimi ve yapacağım sindirim salgılarını bozabilecek kadar hassas bir sinir ağıdır.

Bu sinir ağı sayesinde, sen daha yemeğin kokusunu alırken veya yemeğe hazırlanırken, salgılarımı ve hareketlerimi kontrol etmeye başlarım. Böylece yemekten sonra seni sıkıntıdan kurtarırım. Ayrıca çok kolay da terbiye edilebilirim. Üç gün gayret edersen beni yeni bir hayat tarzına alıştırırsın. Bazı insanlar günde üç öğüne, bazısı iki öğüne, bazısı ise tek öğüne alıştırabilirler. Tavsiyem, beni günde iki öğüne alıştırmandır.

Yediğin gıdaların parçalanıp bağırsaklarından emilmesi ve vücudunun malı olması için önce bana uğramaları gerekir. Zira ağızda çok fazla bir kimyevî parçalanma olmaz; yediklerin sadece mekanik parçalanma ile küçük parçalara ayrılarak yumuşatılır ve kabul edebileceğim bir hâle getirilir. Eğer acele eder de çok çiğnemeden yutarsan ve lokmalarını iyice yumuşatmazsan beni çok yorarsın. Hem de lokmalar bana gelirken, üstümdeki baca olan yemek borusunun duvarlarını çizebilir, kanatabilir. En iyisi bir lokmayı en az 30 kere çiğnemendir, ama maalesef insanların çoğu bunu yapmıyor. Alelacele iki üç çiğnemeden sonra bana gönderiyorlar. Doyduklarını anlamıyor ve bu yüzden çok yiyorlar. Böylelikle dengelerimi alt üst ediyorlar. Eğer yavaş yavaş yersen, ihtiyacın olduğu kadar gıdayı aldıktan sonra hemen beyindeki ilgili merkeze doyduğunu bildirir ve iştahını keserim. Böylece hem beni aşırı yormamış hem de gıdaları israf etmemiş olursun. Hızlı yediğin zaman, henüz kendimi toparlayıp da doygunluk sinyali verecek molekülleri açığa çıkarmadan tıka basa dolarım; ne su alacak yerim ne de rahat çalkalamam için hava boşluğum kalır.

Duvarlarımın iç yüzünü astarlayan ve gıdalarla temas eden iç yüzeyimi döşeyen mukoza tabakamda üç çeşit hücrem vardır. Bunlardan biri, çok kuvvetli bir asit olan ve halk arasında tuz ruhu denilen hidroklorik asit (HCl) salgılar. Taşı bile eriten bu asit; başta et olmak üzere hem bütün proteinleri parçalamada kullanılır, hem de yiyecek ve içeceklerle giren mikropları öldürür. Bu asit olmazsa proteinleri parçalayan pepsinogen enzimi faaliyete geçemez. Pepsinogen enzimi de diğer bir kısım hücrelerime sentezlettirilir. Bu enzim tek başına iş görmez ve içimde yemek yokken salgılanmaz. Yiyeceklerle dolmaya başladığımda hidroklorik asit ile birlikte salgılanırlar. Peki bu kadar kuvvetli bir asit ve protein sindirici bir enzim, nasıl oluyor da kendi duvarlarıma zarar vermiyor? İşte burada da Yaratıcım, çok mükemmel bir mekanizma ile geçici olarak duvarlarımın koruyucu bir sıva ile kaplanmasını sağlamış. Bu koruyucu mukus sıvısını salgılayacak goblet hücreleri öyle hassastırlar ki, asit ve parçalayıcı enzim salınmadan önce, tıpkı tuğla bir duvarı dış tesirlerden koruyan dış cephe malzemesi gibi koruyucu sıvıyı salgılarlar. Buna rağmen, asidin ve enzimin tesiriyle her gün bir buçuk milyon hücremi kurban veririm. Yani bu, üç günde bir, bütün iç astarımın parçalanarak kaybedilmesi demektir. Ama Rabbim'e şükürler olsun, bana öyle bir yenilenme gücü vermiş ki, her gün meydana gelen yeni hücrelerle iç yüzeyimi döşeyen bu astar yenilenir.

Bazen bu koruyucu sıvanın salgılanmasında arıza olursa, asit ve enzim, duvarlarımı yemeye başlar ve alt tabakadaki kan damarlarımdan dışarı kan sızmaya başlar; bu da benim ülser olduğumu yani duvarlarımın yaralanıp delinmeye başladığını gösterir. Bu durum vurdum duymaz insanlarda pek olmaz, çünkü hassas olmadıklarından sinir sistemime pek tesir etmezler. Aşırı hassas insanların ruh hâletlerinden çok çabuk etkilendiğim için hemen salgılama düzenim bozulur, bu sebeple bu tip insanlar çok kolay ülser olabilirler. En doğrusu, akıllı ve itidâlli yaşayarak, paniklemeden, ne çok çabuk sevinme ne de hemen çok aşırı üzülme gibi durumlara düşmeden, hâdiseleri sabırla karşılayarak yaşamak. Dengeli yaşamaya gayret edersen, salgılama dengemi de çok fazla bozmamış olursun.

Duvarlarımın önemli bir kalınlığını teşkil eden kaslarımı, kol ve bacaklarındaki kaslar gibi istediğin zaman çalıştıramazsın. Bu kaslarım otonom sinir sisteminden senin hiç haberin bile olmadan emirlerini alırlar ve çalışmaya başlarlar. Bu kaslarımın önemli bir özelliği, yavaş çalışmaları fakat çok geç yorulmalarıdır. Aynı zamanda uzamaya da çok elverişli olduklarından kendini iyi ayarlayamazsan kısa zamanda beni çok büyütürsün ve karnından balkon çıkıntısı gibi taşmaya başlarım. Nefs denilen o mahiyetin, en çok beni vurur ve benim yolumla seni kötülüklere yatkın hâle getirir; onun için nefsin oyunlarına gelmeden dikkatli yiyip içmeye bak. Yoksa beni çok kolay bir şekilde çöp tenekesine dönüştürür ve başına belâ edersin.

Hoşlanmadığım bazı şeyleri sana haber vermek isterim. Bunların başında, çok sıcak ve çok soğuk yiyecek-içecekler gelir. Her ikisi de enzimlerimi bozar ve işlemez hâle getirir. En güzeli, kendi vücut sıcaklığında, yani 36-37 °C'lik bir sıcaklıkta olursa enzimlerim en iyi bir şekilde iş görürler. Çok sıcak ve yanık yiyeceklerin hücrelerimi kanserleştirdiği şüphesi bugün oldukça kuvvetlenmiş durumda. Çok soğuk şeyleri, önce ağzında biraz tutup ısıtırsan ve sonra yutarsan beni soğuk algınlığından korumuş olursun. Zira üşütürsem, kasılırım, çalışma dengem bozulur ve vazife yapamaz hâle gelirim.

Yukarıdan bağlanan yemek borusu ile gelen gıdaları çalkalayarak ve enzimlerle muamele ederek yaptığım vazife bittikçe gıdalar iyice akışkan bir hâle gelir. Kıvama gelen gıdaları alt tarafımdaki onikiparmak bağırsağına açılan kapıdan kısım kısım fışkırtarak, son işlem için bağırsağa göndermeye başlarım. Bu hâlimle "iki kapılı bir han" denilen dünyaya benzerim. Hiçbir şeyi içimde tutmam, bir taraftan alır, diğer taraftan gönderirim. Yemek borusu ile arama herhangi bir kapı konulmamıştır, bu yüzden gerekirse içime girenleri kusma refleksiyle dışarı çıkarabilirim. İlk bakışta bu kusma refleksi çok kötü gibi gelebilir ve niçin araya bir kapı konulmamış diyebilirsin. Hemen şunu hatırlatayım: Eğer dediğin gibi olsaydı ve yanlışlıkla zehirli, bozulmuş veya başka zararlı bir şey yeseydin hâlin ne olurdu? Zehirlenip ölmemen için hemen ameliyata alınman, içimin kesilerek açılması ve yıkanmam gerekirdi, o zamana kadar da ölmüş olurdun. Halbuki bu hâlimle içime giren kötü bir şey hissettiğimde kusarak çıkarabiliyorum veya ağızdan bir hortum salarak içimi yıkayabiliyorsunuz. Şimdi anladın mı niçin ön tarafımda kapı olmadığını! Tam aksine bağırsağa açılan tarafımda bir kapı bulunması sâyesinde bağırsaktaki yiyeceklerin geriye gelmemesi ve içimdeki asitik ortamın bozulmaması temin edilmiştir. Çünkü bağırsaktaki enzimler daha nötr ve bazik ortamda çalışırlar. Benim asitliğim bağırsak enzimlerinin çalışmasını bozar. Bilhassa karaciğerinden salgılanan safra tuzları ve pankreas enzimleri içime dökülselerdi ortalık çok karışırdı. Onların çalışma şartlarına göre bağırsağın yapısı özel olarak hazırlanmıştır.

Hasan, sana diğer bir önemli tavsiyem de içim dolu iken spor yapma ve kendini zorlamaya kalkışma. Zira çalışmam için duvarlarımı hareket ettiren kalın kas tabakasının çok bol miktarda kana ihtiyacı vardır. Bunun için yemekten sonra vücudunun diğer bölgelerinden önemli miktarda kan çekilerek bana gönderilir. Bu durumda harekete kalkışırsan, kansız kalan diğer organların iyi beslenemeyeceği için sıkıntı çıkarırlar ve kalbini yorarsın.

Sana bir sır daha vereyim: Beni ne kadar çok doldurur, helâl-haram demeden her şeyi içime atarsan o kadar yanlış yaparsın. Çünkü senin hem sıhhatin, hem de mânevî hayatın ile benim büyüklüğüm arasında ters orantı vardır. Beni çok büyütürsen, başta kalbin olmak üzere, bütün damarların yağlanmaya ve çalışmalarını aksatmaya başlarlar. Tıbbî açıdan objektif olmasa bile mânevî duygularının körelmesi de birçok ehl-i hâlin tespitiyle sabittir. Aslında insan olana belini doğrultacak kadar yemek zaten kâfidir. Ağzındaki tat duygusunun esiri olmadan, nimet sahibini hatırlayacak ve helâl dairede şükredecek kadar yemen, beni bu dünyada huzurlu kılacağı gibi seni de öbür âlemde huzurlu kılacaktır. Ağzından geçtikten sonra nazarımda bir dilim ekmek ile baklavanın çok farkı yoktur. Onun için kapıcı hükmünde olan ağzına sahip olursan, israftan ve aşırı kilo alarak yağlanmaktan korunursun.

Bir zamanlar bu son kısımda yaptığım nasihatlere bazı insanlar güler geçer ve "can boğazdan gelir, iyi beslenmek gerekir" der, insanları hakir görmeye çalışırlardı. Halbuki şimdi modern tıp ve beslenme uzmanlarının hepsi yıllar önce yaptığım nasihatlerime geldiler; "Evet, sen doğru söylemişsin, insanoğluna belini doğrultacak kadar yemesi kâfiymiş" diyorlar. Birçok hastalığın mideyi fazla doldurmaktan geçtiğini, "canın boğazdan geldiği gibi, boğazdan da çıktığını" vurgulayarak, önemli olanın "dengeli beslenmek" olduğunu, yeni yeni anlamaya başlıyorlar.

Bilhassa senede bir ay yaptığın rejim değişikliği ile başta ben ve bütün yardımcılarım kendimizi yenileyip, yeni bir döneme geçme hazırlığında bir kampa gireriz. Bu bizim dinlenerek yeni sezona başlamamız için çok önemli bir ihtiyaçtır. Yakında yine kampa girme zamanım geliyor. Bu hususta iradeni kullanmanı ve emrolunduğun gibi beni bir ay dinlendirmeni bekliyorum. Hayatını sürdürmende gerekli olan gıda ve enerjinin temin edilmesi için en başta bana ihtiyacın var, zira ben olmasam kalbin bile çalışmaz. Çünkü her biyolojik olayın temelinde enerji temin etmek için gıda maddelerinin alınması yatar. Dolayısıyla ben iki tarafı keskin bir kılıç gibiyim. Beni ne çok ihmal etmelisin ne de çok şımartmalısın. Senden de bu dengeli davranışı bekliyorum.